YANLIŞ NUMARA

YANLIŞ NUMARA
(Bu yaşanmış gerçek bir hikayedir.)

Çalışma masamdaki karmaşanın içine gömülmüş, yarın dizgiye yetiştirmem gereken yazılarla haşır neşir oluyordum. Hiç beklemediğim bir anda telefonun çığlık atarcasına çalması, yarım saatten beri hafızamda kurmaya çalıştığım o güzelim cümleleri alt-üst etmişti. Önce zilin sesini kısıp, sonra telefona baktım.
– Buyrun efendim?
Aşina olmadığım bir hanım sesi:
– Afedersiniz, Aydın Bey’le mi görüşüyorum?

– Yanlış numara efendim!
– Ya! Özür dilerim. Gece vakti sizi rahatsız ettim.


– Rica ederim, iyi geceler.
Tam telefonu kapatmak üzereydim ki yetişti:
– Pardon!
– Birşey mi dediniz?
– Eee…şey dicektim. Saatiniz kaç acaba?
Gözlerim, gecenin sessizliğinde tiktak’larıyla “burdayım”diyen duvar saatine kaydı:
– Onikiye çeyrek var.
– …

Cevap vermeyince ikaz etmek zorunda kaldım:
– Hanfendi, saati sormuştunuz; onikiye çeyrek var!
– Ha, evet, peki, teşekkür ederim…
Birden, saati bahaneyle sormuş gibi bir his doğdu içime. Konuşmasında bir tuhaflık sezmiştim.Yoksa bu kadın, yahut da kız, her neyse benimle ilgileniyor muydu? Hiç başıma gelmemişti ama, arkadaşlarımdan hep duyardım; gece yarısı zırr telefon; neymiş efendim; “Sizinle telefon arkadaşı olabilir miyim?” Yahut, alakasız bir tehdit. Veya uygunsuz sözler… Bu tür hastaların kadını da olabilir, erkeği de.. Zannımdan emin olabilmek için önce onun kapatmasını bekledim. Eğer bu gerçekten bir telefon hastası ise, ağzının payını verip, bir an önce işime bakmalıydım.
Yanılmamış olacağım ki, bir dakika beklememe rağmen karşı telefon kapatılmamıştı.
Hatta aldığı nefeslerden beni dinlediği anlaşılıyordu. Son bir defa daha “hüsnü zanla” seslenmeyi denedim:

– Alo?
Kısa bir tereddütten sonra cevap verdi:
– Efendim…
– Hanımefendi, bir derdiniz mi var?
– Bakın sizi rahatsız ettiğimin farkındayım. Fakat biriyle konuşmaya ihtiyacım var. Eğer Eğer müsaitseniz…
Mesele anlaşılmıştı. Tahmin ettiğim gibi.
– Derdiniz gönül eğlendirmekse, Aydın beyinizi aramaya devam edin hanfendi. Ben o adam değilim! diye kestirip attım.

Ne dese beğenirsiniz?
– Demek siz de beni yanlış anladınız…
– Ne demek? Ben kaçıncı durak oluyorum şimdi?
– Üçüncü…
– Vay vay vaay! Peki onlara niye anlatmadınız derdinizi? Dinlemediler mi yoksa?
– Birincisi “defol!” diye yüzüme kapattı telefonu.
– Münasebetsiz (!)… Ya ikincisi?
– Asıl münasebetsiz ikincisi. O da benimle gönül eğlendirmeye kalkıştı!
– İyi ya işte. Sizin aradığınız da bu değil miydi?
– Görüyorum ki beni yanlış anlamaya devam ediyorsunuz. Hakkınız var tabii. Nerden bileceksiniz! Hem, benimki de saçmalık ya! Siz de beni anlamasaydınız, bir daha kimseyi aramayacaktım zaten!

– Henüz anlamış değilim. Lütfen ne söyleyecekseniz söyleyin. Yığınla işim var zira…
– İşleriniz bir genç kızın hayatından daha mı önemli mi sizce?
– Ne demek yani? Benimle konuşmazsanız ölecek misiniz yoksa?
Derin bir iç geçirdi. Durgun bir sesle;
– Sizinle konuşsam da, konuşmasam da, dedi.

Bu iş uzayacağa benziyordu. Başlattığım sigarayı azaltma kampanyasını düşünmeden Bir sigara daha yakıp, telefonu alarak koltuğa oturdum.
– Hanfendi; dedim. Şimdi siz filmlerdeki, romanlardaki gibi çok yakında öleceğini bilen bir genç kız mı oluyorsunuz? Yoksa tehdit filan mı aldınız?
– İlk dediğiniz daha uygun. Ama bir farkı var; ben rol yapmıyorum…
– Enteresan! Benim için bir roman konusu olabilir…
– Ne dediniz?
– Önemli değil. Şey diyorum, bu durumda biriyle konuşmanızın ömrünüzü uzatacağını düşünmüyorsunuz herhalde?
– Şüphesiz! diye kestirip attı. Maksadım ilk ve son defa birisiyle dertleşmek. Bir dost tesellisi duymak…
– Peki bu dostu yakınlarınızda bulmak yerine, tombala çeker gibi bir yol seçmeniz tuhaf değil mi? Hem de vaktiniz bu kadar az ve kıymetli iken…

– Aslında bunun izahını yapmak zor… Gerçekten zor… Tanıdıklarım içinde böyle bir dost yok desem, mazeret olur mu bilemiyorum. Ben… Kabul ediyorum çok saçma bir şey ama… Belki bir çılgınlık yapmak istedim bilemiyorum…
Sesi değişmiş, bir suçlu havasına bürünmüştü. Davranışının sebebini izah etmekte güçlük çekiyordu.
– Neyse, dedim. Şu ölüm meselesi… Doktorunuz mu söyledi?
– Amerika’da, tedavi gördüğüm hastanede öğrendim, kan kanseri olduğumu…
– Ya!
– Evet. İş işten geçtikten sonra anlaşıldı, çaresi yokmuş.
– Ne kadar yaşayabileceğinizi söylediler?
– Yaklaşık bir ay.
– Ne kadar oldu söyleyeli?
– Yaklaşık bir ay oldu.
– Yani her an ölebilirsiniz!
– Evet…
– Aileniz, anne ve babanız durumu biliyordur herhalde.

– Maalesef. Annem babam yok benim. Yıllar önce geçirdiğimiz bir kazadan yalnız ben sağ çıkmıştım. Annem, babam, kardeşim… hepsi öldüler! İkinci dereceden akrabamız olan aileler büyüttü beni. Tabii ki varlıklı bir iş adamı olan babamın bana kalan mirasına konmak için. Şimdi etrafımdaki herkes benim ölmemi bekliyor.
Eğer bu kızcağızın anlattıkları bir senaryo değilse, gerçekten acı bir durum…
– Peki hiç samimi bir arkadaşınız, sizi anlayan bir yakınınız olmadı mı?
– Hayır. Sevdiklerimi küçük yaşta kaybettikten sonra, içe dönük, kapalı bir hayat yaşadım. Etrafımı kuşatan sahte gülücükler ve sun’i yaklaşımlar arasında bir mahkûm gibiydim. Hem hayatıma değişik bir yön vermek, hem de tahsilimi sürdürmek için iki yıl önce Amerika’ya gittim. Aradığım huzuru orda da bulamayıp, üstelik ölüm tarihimi de boynuma asmış olarak geriye döndüm. Şimdi harab olmuş yıllarıma, boşa geçmiş gençliğime yanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden…
Biraz önce telefonu yüzüne kapatmak istediğim bu genç kızın dramı bende garip bir burukluk meydana getirmişti.
– Böyle bir hayat içinde gelen ölüm haberine üzülüyor musunuz? diye sordum.
– Üzülüyorum, dedi. Nasıl üzülmeyeyim ki, göz göre göre ölüme gidiyorum ve yanımda beni kurtaracak hiçbir şey götüremiyorum. Hiç beklemediğim bu samimi itirafa nasıl cevap vereceğimi bilemeyip, bir müddet sessiz kaldım. Sonra;
– Evet, diyebildim. Fakat böyle düşünebilmeniz bile güzel birşey.
– Belki, ama yeterli değil.
– Ümitsiz olmamalısınız. Allahü teala, pişman olup tövbe edenleri bağışlayacağını vadediyor. O öyle merhametlidir ki, anne babaların yavrularına olan merhameti, O’nunki yanında hiç kalır.
– Ah ne güzel konuşuyorsunuz, dedi sevinçle. Sizi dinledikçe rahatlıyorum.
– Beni birşey biliyor zannetmeyin, dedim. Büyüklerimizin, dedelerimizin, İslam alimlerinin yazdığı kitaplarda var bunlar.
– Olsun! Siz o kitapları okumuşsunuz, bense başka kitaplar. Farkımız ortada! Hem biliyor musunuz, belki de, merhameti herkesten çok olan Allah bana acıdı da, ömrümün sonunda sizi çıkardı karşıma. Siz bende bugüne kadar hiç yaşamadığım güzel duygular uyandırdınız. Böyle olmasaydı, hiç O’nun adından bahsedebilir, O’nun ne kadar merhametli olduğunu bilebilir miydim?
Yine verecek bir cevap bulamadım. Ancak;
– Sizin asil bir aileden geldiğinize inanıyorum, dedim. Baştan size kırıcı davrandığım için beni bağışlayın.
– Rica ederim, dedi. Pekala öyle davranmanız gerekiyordu.
Birden sustu. Bir tıkırtı oldu ve;
– Kapatmak zorundayım, özür dilerim, dedi.
Telaş ve aceleyle;
– Şey, diye söylendim.
Telefonunuz? Bana numaranızı…
Sözümü yarım bırakan “Dıt dıt dıııt” sinyali ne kadar soğuktu! Ahizeyi yerine bırakıp öylece kalakaldım…
Ertesi gün, büromda iş yapmaktan çok onu düşündüm. Acaba hala yaşıyor muydu? Yaşıyorsa tekrar arayacak mıydı? Aramak istese bile rastgele çevirdiği numaramı hatırlayabilecek miydi? Artık onu yazılarımda malzeme olarak kullanmaktan çok, Hem merakımı yenmek, hem de ona yardımcı olmak istiyordum.
O akşam işten erken çıkıp, eve geldim. Herşeye rağmen içimde bir ümit vardı. Başka bir iş yapamıyor, vakit geçirmek ve unutmamak için bir gün önceki konuşmalarımızı aynıyla kaydetmeye çalışıyordum. Nitekim dünkü saatten biraz önce telefon çaldı. Merakla açtım:
– Buyurun efendim!
Evet o! Biraz daha mecalsiz sesiyle ismimi söyleyerek;
– Merhaba, dedi, yine ben…
Ben de yumuşak bir sesle;
– Merhaba, dedim. Bir daha aramayacaksınız diye öyle korktum ki!
Sevinç ve heyecanla;
– Ya! dedi. Sizi merakta bırakacak kadar kıymetim olduğunu sanmıyordum doğrusu.

Eh, kısmette tekrar sesinizi duymak varmış. Dün ararken telefonunuzu yazmıştım.
– Öyle mi? Şey, yalnız, size ismimi söylediğimi hatırlamıyorum. Halbuki siz bana ismimle hitab ettiniz.
– A, evet! Konuşmanızdan gazeteci olduğunuzu tahmin etmiştim. Telefon numaranız sayesinde istihbarattan isminizi de öğrendim. Sonra bütün gazeteleri aldırıp, teker taker inceledim. Ve belki de bir şans eseri olarak sizi buldum. Röportajınızı, yorumunuzu ve konuyla ilgili o dokunaklı şiirinizi okudum. Yüzünüze karşı sizi methetmek istemezdim, ama ne yapayım ki arkanızdan bahsedecek kimsem yok. Sizin gibi bir cevheri ölürken tanıdığım için kendimi çok bahtsız kabul ediyorum.
– Böyle konuşmayın. Ben bir cevher olmadığım gibi, siz de talihsiz değilsiniz. Bu iltifatı bana değil de, beni yetiştiren müesseseye yapmış olsaydınız, size hak verirdim.
Bu müessese, sadece insanlara hizmet veren, onlara doğruyu ve güzeli anlatan, en önemlisi de, sizin şu anda ihtiyaç duyduğunuz, eksikliğini hissettiğiniz kıymetleri kalblere yerleştirmek, insanların huzura kavuşmasını sağlamak için çırpınan bir vakıftır. Siz beni değil de, bu işin başındakileri tanımış ve onları anlamış olsaydınız, asıl o zaman yanardı yüreğiniz. Bir an ses soluk kesilince telaşlandım.
– Hanımefendi, iyi misiniz?

Nefesleri yeniden işitmeye ve kesik kesik hıçkırıklarını duymaya başlamıştım. Ağlıyordu.
– Olamaz, dedi zorla konuşarak… Böylesi bir dünyada, böyle kimseler olabileceğine inanmıyorum…
– İnandığınız için ağlıyorsunuz.
– Şükür… Çok şükür ağlayabiliyorum. Bugüne kadar hissiz bir robot gibi ne ağlayabilmiş ne de gülebilmiştim.
Onu yatıştırmak için mevzuyu değiştirdim:
– İzniniz olursa sizi tanımak istiyorum.
– Beni boşverin, dedi. Daha önce de söylediğim gibi, tanınmaya değer bir hayatım ve çevrem olmadı. Asıl tanınması gereken sizlersiniz.
– Hiç olmazsa isminizi…
– Mümkünse beni “talihi gülmeyen bir genç kız” olarak hatırlayın.
Bu masumane, bu intizar yüklü arzu boğazımda bir şeylerin düğümlenmesine sebep olmuştu. Yutkundum.
– Sizi duygulu, temiz kalpli ve takdire layık bir hanımefendi olarak hatırlayacağım, dedim. Daima…
– Çok teşekkür ederim, dedi. Beni anlayışla karşılayıp, üstelik layık olmadığım halde kıymet verdiniz. Bu az zaman içinde sizden çok şey öğrendim. Belki söylediklerinizden de fazlasını… Meğer sonunda bu huzuru bulmak için yirmiüç yıllık bir ömür yaşanmaya değermiş! Artık rahatça ölebilirim…
– Ölümden söz etmeseniz olmaz mı? Sağlığınız için dua ediyorum.
– Siz sağolun. Ölümümü bekleyen varislerim doktorla telefonda konuşurken, paralelden dinledim. Doktor hala yaşıyor olmama hayret ederek, en fazla bir-iki günlük ömrümün kaldığını söyleyip, onları teselli ediyordu… Bugün iyice kuvvetten düştüm. Çok az vaktim kaldığını ben de hissediyorum. Yarın… Sanıyorum yarın…
Sözünü kestim:
– Başka şeyler konuşalım isterseniz.
– Yarın, dedi şayet yarın da yaşayabilirsem ve telefonu çevirecek kuvvetim olursa, saat beş-altı arası sizi ararım. Sesinizi son defa duymak ve size veda etmek için…
– Peki, dedim.
Son kelimesi fısıltı halinde çıktı:
– Allahaısmarladık…
Bu sözüne cevap verecek kudreti bulamadım kendimde. Telefonun kapanmasıyla birlikte, deminden beri zaptetmeye çalıştığım gözyaşlarımı koyverdim…
Bugün randevu saatinin gelmesini beklemekten başka doğru dürüst bir iş yapamadım…
Aradığı zaman ona neler söylemeli, neler öğretmeliydim? Münker- Nekir’e nasıl cevap vereceğini mi? Abdest alıp namaz kılmasını mı? Kelime-i şehadeti mi? Öğrenmesi lazım olan şeylere ömrünün yetmeyeceği anlaşılıyordu. Ancak onun son iki günde, hatta son anda da olsa Allah’a dönmesi, O’nun büyüklüğünü kabul edip, kendini aciz ve merhamete muhtaç olarak görmesi kurtuluşu için bir sebep sayılabilirdi. Kaldı ki, ömrünü ilimle, ibadetle geçiren nice kimselerin sonu şu veya bu sebepten dolayı hüsranla bitmiştir. Hal böyle olunca, bu hanımefendi acınacak bir halde değil, imrenilecek bir makamda sayılırdı. Buna rağmen, elden geldiğince, ona birşeyler verebilmeliydim. Hala hayatta ise ve dediği saatte arayabilirse. Bir de beni dinleyecek haldeyse tabii…
Etrafımda birçok dostlarım ve arkadaşlarım olmasına rağmen, o gün ondan hiç kimseye söz etmedim. Onunla aramızda meydana gelen bu iletişimi bir sır olarak saklıyor ve işin sonunun ne olacağını merakla bekliyordum. Daldığım düşüncelerden ayrıldığım vakit, saat dörtbuçuktu. Hemen çıksam, beşte ancak eve varabilirdim.
Alelacele toparlanıp aşağı indim. Müracaatta, çoktan beri görmediğim samimi bir arkadaşla karşılaşmama sevindiğimi söyleyemem doğrusu. O çok sevinmiş olmalı ki, sarılıp, hal hatır sorduktan sonra yanına oturttu ve son zamanlarda kamuoyunu meşgul eden bir konunun yorumunu yapmaya koyuldu. Hararetle konuşuyor, arada bir;
– Biraz da sen anlat, diyordu.
Ona geçerli bir mazeret bulup, görüşmek üzere yanından ayrılmam onbeş dakikayı bulmuştu. Hemen bir taksi çevirip, evin yolunu tuttum. Yolda içim içimi yiyor, telefona yetişemeyeceğim diye telaşa kapılıyordum. Aksi gibi trafik bugün her zamankinden berbattı. Evin önünde arabadan indiğim zaman saat beşbuçuktu. Merdivenleri ikişer ikişer çıkarken, ikinci katta ev sahibiyle burun buruna gelmez miyim? Kira artışı için daireleri dolaşıyormuş. Bir nutuk da o atmaya başlayınca benim sinirler iyice gerildi. Hayat pahalılığından, vergilerin çokluğundan filan söz ediyor ama, dinleyen kim?
– Pardon, önemli bir telefon bekliyorum, ben sizi sonra ararım! diyerek tabanları kaldırdım. Nefes nefese oturduğum dairenin kapısına gelince, telefonun acı acı çalmakta olduğunu işittim. Elim ayağım dolaşarak kapıyı açıp, dizlerimdeki son dermanla kendimi telefonun bulunduğu çalışma masasına attım ama, nafile!
Kaldırdığım ahizede onun sesi değil, “çevir” sinyali vardı. Ahizenin elimden düşmesine aldırmadan, başımı koluma yaslayıp, hıçkırmaya başladım.
Aradan tam beş saat geçmişti. Telefonun sesiyle yarı uzandığım kanepeden fırladığım gibi ahizeyi kaptım.
– Alo?
Allah’ım, oydu! Halsiz, titrek bir sesle;
– Sizi bulamayacağım diye öyle korktum ki, dedi.
– Şükür yaşıyorsunuz, dedim.
– Son… son dakikalarım belki… Daha önce aradım, yoktunuz… Fenalaştım…
Ne diyeceğimi bilemiyordum.
– Kendinizi yormayın, diye fısıldadım.
– Biliyor musunuz, dedi, ben çok mutluyum…
– E…evet, şüphesiz…
– Sizi düğünüme davet ediyorum.
– Düğün mü?
Şaşırmıştım. Galiba komaya girmiş, artık ne söylediğini bilmiyordu.
– Evet, benim düğünüm!… Yarın öğle namazında Teşvikiye Camisinde..
– …
– Beni imtihan etmiyecek misiniz?
– Nasıl imtihan?
– Eskiden… gençleri evlendirmeden önce… lüzumlu din bilgilerinden imtihan ederlermiş…
Sustum. O devam etti:
– Rabbim, Allah… Dinim, İslam…Peygamberim, Muhammed aleyhisselam…Amelde mezhebim, Hanefi mezhebi…İtikadda mezhebim, Ehl-i sünnet vel-cemaat.
Kulaklarıma inanamıyordum. Sevinç ve şaşkınlık içinde sordum:
– Bunları nereden öğrendiniz?
– Gazetenizin dini köşelerinden. Son iki gündür o yazıları okuyup ezberleyerek, ölüme hazırlandım… Sanki benim için yazılmış gibi, hep ölümle ilgili yazılar ve lüzumlu bilgiler vardı…
– Başka ne öğrendiniz?
– Abdest alıp namaz kılmayı… Bugün ilk defa namaz kıldım… Akşam namazını… Dua ettim, ağladım… saatlerce…
– …
– Bir kuş gibi hafifledim sonra…
Gözlerim dolu dolu olmustu. Sesim titreyerek;
– Siz çok talihli bir insansınız! dedim.
– Size bir mektup yazdım, dedi. Yarın geldiğinizde alırsınız…
Nefesleri iyice sıklaşmıştı.
– Kur’an okumayı biliyor musunuz? diye sordu.
– Evet, dedim.
– Benim için …. okuyabilir misiniz?..
– Elbette!
– Şimdi…
Ahizeyi masanın üzerine bırakıp, Kur’an-ı kerimi aldım. Titriyordum. Yasin-i şerifi açıp okumaya başladım. Bitirip, tekrar ahizeyi aldığımda, onun sesi çoktan kesilmiş, yerini, kadınlı erkekli bir grup kalabalığın uğultusu almıştı. Birisi telefonun açık kaldığını farketmiş olacak ki, karşı tarafın kim olduğunu merak bile etmeden kapatıverdi. Şaşkın bir halde kalakalmıştım.
Ertesi gün Teşvikiye Camisine vardığımda, onu, söz verdiği yerde, beni beklerken buldum… Tabutunun başında telli bir duvak vardı. Bu dokunaklı manzara karşısında kendimi tutamayıp, ellerimi yüzüme kapatarak, ağlamaya başladım. Neden sonra birisi omuzuma dokunarak ismimi sordu. Söyleyince de;
– Tahmin etmiştim, dedi. Bu zarfı size vermemi söylerken; “Onu gözyaşlarından tanırsınız, çünkü başka ağlayacak kimsem yok” demişti.
Namazını kılıp, kabristana götürdük. İmtihan için tahtaya kalkan öğrenciler gibi onu mezarına uzatırlarken, “Rabbim Allah” sözleri kulaklarımda çınlıyordu. Defin işleri bitip de herkes dağılınca cebimdeki zarfı çıkararak açtım. Önce, bütün servetini vakfımıza bağışladığını belirten tasdikli bir not, ardından da güleryüzlü bir fotoğraf düştü kucağıma…

Hanefi Söztutan
23 Eylül 1990