ELEĞİM SAĞMA 

Küçük Ayşe, sabahtan beri önünde mekik dokuduğu yüksek bez tezgâhından kalktı. Yorgun yorgun gerindi. Bugün evde yapayalnızdı. Babasıyla kardeşleri dün erkenden kasabaya, pazara gitmişlerdi. Annesiyle ablası da komşuda idiler; belki Zaim’lerde… Gözlerini ovuşturdu. Yavaş yavaş sofanın duvarındaki sarı çerçeveli aynaya yaklaştı. Kendine baktı.

Beyazları azalan kömür gözleri uykudan henüz kalkmış gibi uykuluydu. Yanakları daha çok aldı ve gür siyah saçları dağınıktı. Tekrar gerindi. Gerinirken bütün bütün süzülen gözlerini, titreyen, gerilen inci dudaklarını beyaz billur gerdanını sanki ilk defa görüyormuş gibi şaştı:

-Ne güzelim, ben, ayol… diye güldü…

Başını eğdi. Mavi aba terliklerinden boynunun görebildiği yerlerine kadar bütün vücudunu dikkatlice süzdü. Gözlerini tekrar aynaya attı. Döndü. Saçlarını elleriyle dalgalandırdı. İşte daha on yaşındayken koca bir kız gibi iri idi. İki gün evvel Zaim’lerin düğünündeki öteki köylerden gelenler, onu bu kadar büyümüş görünce, hayrette kalmışlardı. Hem öyle kuvvetliydi ki… Erkek akranlarını bir tutuşta kaldırıp yere çarpıyordu. Ona “Pehlivan Ayşe” derlerdi. Erkek çocuklar gibi ata binmeyi, silah atmayı, güreşmeyi, birdir oynamayı çok seviyordu. Fakat.. Fakat işte büyüdükçe o kadar sevdiği bu oyunlara veda etmek lazım gelecekti. Hatta geçen gün çeşme dönüşünde köyün imamına, Kurt Hoca’ya rast gelmişti. Kuru elini öperken bu hiç hoşlanmadığı huysuz ihtiyar ona:

-Kız Ayşe, anana söyle. Seni örtüye soksun. Artık senin açık dolaşman uygun değil, demişti.

Yarın yahut öbür gün o da her büyüyen kız gibi, çarşafa girecek… Ve demek kendini sıkan bu evde, bu kez tezgâhının başında ölünceye kadar mahpus kalacaktı.

Atlara, tüfeklere, güreşlere, kaydıraklara hepsine veda etmek ha… Eliyle saçlarını arkaya attı. Aynaya tekrar dikkatle baktı. Ne güzeldi! Amma bu güzelliğin, bu gür saçların, bu kömür gözlerin, bu al yanakların onca hiç önemi yoktu. İçini çekti:

-Ah, erkek olsaydım… dedi.

Ah, erkek olsaydı… Hemen alevlenen masum bir çocuk hayalinin mantıksız garabetleriyle düşünmeye başladı. Neler yapmayacaktı! Bir kere yalnız Bozkaya’nın değil, hatta bütün ilçenin birinci pehlivanı olacaktı. Sonra… Meşhur bir efe… ve mutlaka Zaimoğulları’nın küçük kızını alacaktı. Savaşlara girecek, göğsü nişanlarla dolacak, dağları aşacak, cesur köy delikanlılarının yaptıkları gibi haftalarca ayı avlarında dolaşacaktı.

Aynanın önünden çekildi. Yine yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdü. Kenara dirseğini dayadı, hava hem açık hem bulutlu idi. Yüz adım ötede Kurt Hocanın bahçesinden horozlar ötüyordu. Öğle yaklaştığı halde ortalıkta sanki yeni sabah oluyormuş gibi tatlı bir hayal vardı. Ara sıra hafif bir yağmur serpeliyordu. Ayşe tamamıyla hayallerine daldı. Cansız bir heykel gibi hiç kımıldamıyordu.

Fakat… Birdenbire yüreği atmaya başladı.

Sarardı. Nefesi tutuluyordu. Acaba o söz sahih mi? Amma yalan olmak ihtimali var mı? Kızardı. Başını ellerinin içine aldı. Evet… Ömründe bu kadar yakın bir eleğimsağma görmemişti. Köyün arkasındaki Kurudere’ye giden yolun etrafındaki fundalıkların, deve dikenlerinin ortasında pembeli, mavili, yeşilli, sarılı, morlu, kırmızılı, turunculu kalın, gayet kalın bir eleğimsağma kalkmış, ışıktan eğri bir direk gibi havaya uzanmıştı. Ucu ta fundalıkların içinde idi… Ayşe’nin yüreği daha hızlı çarpmaya başladı. İşte bu kadar, köyün yakınına inmiş olan bu gökkuşağının koşup bir kere altından geçse…

Erkek olacaktı!

Bundan hiç şüphesi yoktu. Daha çok düşünmedi. Pencereden ayrıldı. Merdivenlerden indi. Bahçeyi geçti. Kendini sokağa attı. Deli gibi koşmaya başladı. Etrafını görmüyordu. Koştu. Koştu.

“Gökkuşağı sönmeden yetişeyim” diye bütün kuvvetiyle koştu. Koştu. Kestirme gitmek için hendeklerden atladı. Tarlaları çiğnedi. Tepelere tırmandı. Fundalıklara daldı. Yağmur hep yağıyordu. Koştu. Koştu. Koştu. Çalılara etekleri takılıyor, elleri, yüzü gözü yırtılıyordu. Nihayet eleğimsağmaya elli adım kadar yaklaştı. İyice kesilmişti. Bir gayret… Bir gayret daha…

Nefes nefese eleğimsağmanın altından geçti

-Oh! Dedi.

Yağmur hâlâ yağıyor, güneş bulutların arasından görünüyordu. Koşarken terliklerini ayağından atmıştı. Çorapları paralanmış, dikenlere, taşlara çarpan ayakları berelenmişti. “Biraz dinlensem” diye fundalıkların içine uzandı. Yağmur bazı hızlanıyor, bazı yavaşlıyordu.

Ayağa kalkınca şaşırdı. Boyu büyümüş, cepkeni yırtılmış, kısalan etekleri belinde kalmıştı. Islanmış yüzüne elini götürdü. Parmaklarına bıyıkları dokundu. Kendine baktı. Koca bir delikanlı! Amma arkasındakiler erkek elbisesi değil.

-Eve gideyim, şunları değiştireyim, dedi.

Yürüdü. O kadar kuvvetlenmişti ki… Demin yarım saatte koşarak geçtiği yerleri üç adımda aştı. Her tarafı sıcak bir güneş aydınlatıyordu. Çok susamıştı. Açık bıraktığı kapıdan girdi. Önce kanıncaya kadar su içti. Sonra yukarı çıktı. Kilitli bir sandığı kırdı. Ağabeyinin bayramlıklarını çıkardı.

Giydi. Vücuduna çok dar geliyordu. Duvardan martini de aldı.

Omzuna taktı. Dışarı çıktı. Her yeri ağır bir sis kaplamıştı. Sokağın baş tarafından davul zurna sesleri işitti. O tarafa doğru gitti. Yolda oynayan çocuklara ne olduğunu sordu.

-Zaimgiller’in düğününde güreş var dediler.

-Üç gün önce onların düğünü olmadı mı be?

-Şimdi de küçük kızlarını everiyorlar…

Küçük kızlarını, Gülsüm’ü ha… Birdenbire hiddetlendi, işte şimdi erkekti. Bu üzüm gözlü küçücük kızı kendi alacaktı. Koştu, Cami Meydanı’ndan geçti. İkin­di namazından çıkanlar ona bakıyor, kim olduğunu tanımıyorlardı. Düğün evinin avlusuna girerken yeni düze inmiş efeler gibi nara attı:

-Er olan meydanda! Açılın!

Herkes ona baktı. Tanımıyorlardı. Davullar, zurnalar çalıyor, orada çifter çifter pehlivanlar güreşiyordu. Önce kim olduğunu söylemedi.

-Hoş geldin efe, kimlerdensin? Diyenlere gülüyor:

-Sonra anlarsınız, diyordu.

Pehlivanlara bağırdı:

-Benimle ikişer ikişer güreşecek varsa meydana çıksın!

Kadın, erkek, bütün köy halkı şaştı. Bir fısıltıdır gitti. Yerinden kalkan Kurt Hoca bile cüppesini arkasına kambur yapıyor, onu iyice görmek için gözlüklerini takıyordu. Şimdiye kadar bir kişinin iki pehlivanla güreştiği işitilmemişti. Ayşe yağlandı. Kispetler giydi. Çifter çifter karşısına çıkan pehlivanları kaldırıp kaldırıp yere çarptı. Başa verilen kocaman mandayı kuzu gibi kucağına alınca, hak hayretinden bağrışmamaya başladı:

-Nerelisin delikanlı:

-Kimlerdensin efe?

-Yaşa, yaşa

Davullar, zurnalar sustu. Avlunun içindekilerin hepsi etrafına toplandı.

Ayşe:

-Ben Bozkaya’danım. diye haykırdı.

Herkes birbirine bakıştı. Bütün köy halkı orada idi. Hiçbirisi onu tanımıyordu.

-Hayır, Bozkaya’dan değilsin.

-Biz köylümüzü tanımaz mıyız?

-Eğleniyorsun!

Dayanamadı. Güldü:

-Ben Ayşe’yim…

Halk uğuldadı.

-Hangi Ayşe, hangi Ayşe…

-Hacı Mehmet’lerin Ayşe…

Köy ahalisi bir türlü inanamıyordu. Ayşe bağıra bağıra nasıl koştuğunu, nasıl gökkuşağının altından geçtiğini, nasıl erkek olduğunu anlattı; nihayet sordu ki:

-Gülsüm’ü kim alıyor?

-Muhtarın oğlu Hasan, dediler…

-Çabuk karşıma gelsin…

Kalabalığın içinden Hasan’ı buldular. Ayşe Efe’nin karşısına diktiler.

-Nikâhı kim kıydı?

-Kurt Hoca…

-Kurt Hoca ha… Onu da getirin bakayım.

Kurt Hoca’yı getirdiler. Herkese emreden, daima surat asan, kimseye yüz vermeyen Kurt Hoca şimdi yumuşamış, el pençe divan duruyordu. Ayşe dedi ki:

-Ulan Hasan, boşa bakayım Gülsüm’ü…

-Boşamam.

-Boşa diyorum.

Ve birden kırmızı kuşağından yakaladı. Havaya kaldırdı.

-Ay, ay, ay… Ama efe…

-Boşa diyorum, yoksa şimdi yere çarpar, beynini parçalarım.

-Boş olsun! Boş olsun…

Zavallı Hasan havada bağırıyordu. Ayşe onu yavaşça yere bıraktı. Sonra Kurt Hoca’ya döndü:

-Kıy bakalım Gülsüm’le benim nikâhımı! Dedi.

-Kıyamam…

-Yapma Hoca!

-Kıyamam.

-Kıy diyorum.

-Kıymam.

-Niçin kıymıyorsun?

-Uygun değil, filan tanımam, kıyacaksın.

-Kıymayacağım.

Ayşe bir saldırdı; Hasan’a boşattırdığı gibi, havada nikâhını kıydırmak için Kurt Hoca’nın kuşağından yakaladı. Havaya kaldırdı:

-Kıy bakayım çabuk, yoksa şimdi yere çarparım.

-Kıymam.

-Kıy diyorum, yoksa fena olacak. – Kıymayacağım, kıymayacağım. Ayşe fena halde hiddetlendi. Hiç sevmediği zalim herifi salladı. Salladı, salladı. Öyle bir fırlattı ki…

Fakat Kurt Hoca yere düşmedi! Havada kaldı. Ve havadan bağırmaya başladı:

-Hey köy!.. Haberiniz olsun, bu erkek değildir. Bu kızdır. Bunu örtüye sokmalı bunu böyle gezmesi uygun değildir.

Avlunun içindeki halk, karınca kümesi gibi birdenbire çoğalıyor, kaynaşıyor. Kurt Hoca’nın sesiyle:

-Uygun değil, uygun değil… diye korkunç bir uğultu çıkarıyor… Ve hepsinin ellerinde kalın, siyah çarşaflar, kırmızı peştamallar, onu örtmek, örtüler altında boğmak için üzerine hücum ediyorlardı! Ayşe silkindi. Bir nara attı. Martinini yakaladı.

Dipçiği savurmaya başladı. Herkesi önüne kattı. Yetiştiğinin beline indiriyor, yere yuvarlıyordu. Yalnız Kurt Hoca kanat gibi açılan cüppesiyle havada dolaşıyordu. Köyün sokaklarında elleri çarşaflı peştamallı köylüler kovalıyordu.

Camii Meydanı’ndan geçerken Kurt Hoca’nın çaylak gibi minareye konduğunu gördü.

Hemen camiin avlusuna daldı. Yavaşça minarenin merdivenlerinden çıkıyor, içinden:

-Ah, şu mendeburu bir yakalasam… Diyordu. Şerefeye gelince Kurt Hoca’ya birdenbire yapıştı:

– Uygun değil mi bakalım? Diye gırtlağından tuttu. Sıkıyordu. Canı çıkarken Hoca fena halde tepindi. Gümbür, gümbür şerefe yıkıldı. Ayşe aşağıya düştü. Kafası küt diye yere vurdu. Gözünü açınca kafasını yumruklayan babasını gördü.

-Domuzun kızı, ne arıyordun burada?

Yağmurla sırılsıklam olmuş, yeşil ve sık fundalıkların içinde idi. Anası, ağabeyi, muhtarın oğlu Korucu Hasan, daha birtakım komşular etrafında duruyorlardı…

-Ne arıyordun burada, beni arattırıyorsun, domuz!..

Deminden kuşağından tutup havaya kaldırdığı Hasan onu kurtarmaya çalışıyordu:

-Bir daha etmez ağam, bir daha etmez… diyordu.

İşte öğleden beri onu arıyorlardı, böyle birdenbire kaybolması bütün köyü merakta bırakmıştı, üç dört saattir çamurlar içinde dolaşan babası öfkesini alamı­yor, evde ona göstereceğini söylüyor, gözlerini açıyor, başını sallıyordu.

-Ne arıyorsun burada?

Ayşe aptallaşmış, hiç cevap veremiyor, yalnız ağlıyordu. Anasının, babasının, köylülerin arkasına takıldı. Demin koştuğu yerlerden miskin misin köye döndü. Evlerine yaklaştıkları zaman havadan bir ses geldi:

-Buldunuz mu Mehmet Ağa?

-Bulduk Hoca Efendi…

Ayşe gözlerini yukarı kaldırdı. Kurt Hoca, başıkabak, yalınayak, kolları sıvalı, evinin yüksek taraçasında kalaylı ibriğiyle abdestini tazeliyordu.

-Nerede imiş?

-Fundalıklarda. Uyumuş kalmış…

-Bu yağmurda orada ne yapıyormuş ki…

-Söylemiyor domuz.

-Örtüye koyun onu, örtüye… Artık onun açık dolaşması uygun değil.

Zavallı Ayşe hiç sesini çıkarmıyordu, utancından yerlerin diline geçiyor, bastığı çamurlara bakarak, bütün göğsünü sarsan derin hıçkırıklarla hüngür hüngür ağlıyordu.

Ömer Seyfettin